Aktif deprem kuşağında yer alan ülkemiz bu güne kadar pek çok yıkıcı depremle karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan yıkıcı depremlerdeki can ve mal kayıpları göz önüne alınarak yapıların inşasına ilişkin olarak bazı kurallar getirilerek, yaşanan yıkıcı depremlerin canlıların can ve mal güvenliğini korumayı amaçladıklarını söyleyebiliriz. Ancak bu kurallara rağmen ülkemizde ortalama her 10 yılda yaşanan depremler sonucunda binlerce insanımız yapılan depreme dayanaksız binalar yüzünden hayatlarını kaybetmektedir. Özellikle diğer ülkelerde yaşanan depremlerin oluşturduğu tabloya baktığımızda ülkemizin bu tablolara göre çok kötü durumda olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazımızda yapı denetimi ve oluşan hukuki sorumluluğu Yapı Denetim Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu çerçevesinde tartışacağız.
YAPI DENETİM KANUN'U AÇISINDAN:
4708 sayılı Yapı Denetim Kanunu, tüzel kişilik olarak bakanlığın verdiği izin belgesi ile kurulan yapı denetim kuruluşlarının bu Kanun'a tabi tüm yapıların denetimini sağlamakla yükümlü kılar. Kurulan yapı denetim kuruluşları proje müelliflerince hazırlanan, yapının inşa edileceği arsa veya arazinin zemin ve temel raporları ile uygulama projelerini ilgili mevzuata göre incelemek, proje müelliflerince hazırlanarak doğrudan kendilerine teslim edilen uygulama projesi ve hesaplarını kontrol ederek, ilgili idareler dışında başka bir kurum veya kuruluşun vize veya onayına tabi tutulmadan, ilgili idareye uygunluk görüşünü bildirmek, yapının, ruhsat ve ekleri ile mevzuata uygun olarak yapılmasını denetlemek, yapım işlerinde kullanılan malzemeler ile imalatın proje, teknik şartname ve standartlara uygunluğunu kontrol etmek ve sonuçlarını belgelendirmek, malzemeler ve imalatla ilgili deneyleri yaptırmakla yükümlü kılınmıştır. Yapı denetim kuruluşları öncelikli risk bazlı denetimle yükümlü kılınmıştır. Yapı denetim kuruluşları, denetçi mimar ve mühendisler, proje müellifleri, laboratuvar görevlileri ve yapı müteahhidi ile birlikte yapının ruhsat ve eklerine, fen, sanat ve sağlık kurallarına aykırı, eksik, hatalı ve kusurlu yapılmış olması nedeniyle ortaya çıkan yapı hasarından dolayı yapı sahibi ve ilgili idareye karşı, kusurları oranında sorumludurlar. Yapı Denetim Kanunu ilgili kişilerin sorumluluğunu kusurları oranında tutmuştur. İlgili kişilerin sorumluluk süresi; yapı kullanma izninin alındığı tarihten itibaren, yapının taşıyıcı sisteminden dolayı on beş yıl, taşıyıcı olmayan diğer kısımlarda ise iki yıl olarak sayılmıştır. Yapı Denetim Kanunu yapı izin belgesi alındıktan sonra yapıda yapılan izinsiz değişikliklerin, izinsiz değişiklik yapanı sorumlu tutmuştur.
HAKSIZ FİİL VE ÖZELLİKLE KUSURSUZ SORUMLULUK AÇISINDAN:
Deprem kaynaklı zararlar sebebiyle yapı malikinin sorumluluğu da gündeme gelebilir. Yapı malikinin sorumluluğu Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 69’da düzenlenmiştir. Hükme göre “Bir binanın veya diğer yapı eserlerinin maliki, bunların yapımındaki bozukluklardan veya yapımındaki eksikliklerden doğan zararı gidermekle yükümlüdür.” Kanun, bina veya diğer yapı eserinden söz etmektedir. Demek ki yapı eserinin mutlaka bina olması gerekmemektedir. İnsan eliyle yapılan, toprağa az çok bağlı olan her şey yapıeseridir. Mesela su kuyuları, tüneller, köprüler, elektrik direkleri, heykeller, barajlar, kulübeler gibi. Bir binada birden fazla bağımsız bölüm (daire dükkân vs.) bulunuyorsa ve bunların malikleri farklı kişilerse bu kişilerin tamamı yapı maliki sayılır. Yapı malikinin sorumluluğu farklı şekillerde ortaya çıkabilir. İlk olarak yapı maliki binayı veya binanın bağımsız bölümlerinden birini (daireyi/dükkânı vs.) bir başkasına kiraya vermiş olabilir. Deprem sebebiyle kiracı zarar görmüşse, yapı maliki hem kiracı ile arasındaki kira sözleşmesi hükümlerine hem de TBK m. 69’a göre sorumlu tutulabilir.Yapı maliki ile sözleşme ilişkisi içinde bulunmamakla birlikte binanın yıkılmasından dolayı zarar gören başka kişiler de olabilir. Bunlar da TBK m. 69’a göre dava açabilirler. Mesela o binadaki bir konuta misafir olarak gelenler, binadaki işyerinde çalışan veya müşteri olarak bulunan kişiler hatta deprem esnasında yoldan geçerken binadan düşen şeyler sebebiyle ölen veya yaralananlar, park ettiği arabası enkaz altında kalan kişiler bu hükme göre yapı malikini sorumlu tutabilirler. Deprem esnasında bazı binaların, yanlarındaki binanın üzerine devrildikleri görülmüştür. Eğer bir bina sağlam olduğu halde yanındaki binanın üzerine devrilmesi sonucu hasar görmüşse devrilen binanın yapı maliki sorumlu tutulabilir.
Yapı malikinin sorumluluğu bir kusursuz sorumluluktur. Malikin sorumlu tutulabilmesi için kusurlu olması gerekmez. Bu bakımdan TBK m. 69 önemli bir hükümdür. Ancak bu hükme göre yapı malikinin sorumlu tutulabilmesi için bazı şartların oluşması gerekir. Bu şartlardan birincisi, binanın yapımında bozukluk veya bakımında eksiklik olmasıdır. Zarar bazen yapım bozukluğundan kaynaklanır. Mesela binanın depreme dayanıklı yapılmaması halinde yapım bozukluğundan söz edilir. Bu durumda binayı yapan dolayısıyla bozukluğa sebep olan kişi başkaları (mesela mimar, mühendis, yüklenici vs.) olsa bile yapı eseri maliki bu zarardan dolayı sorumludur. Şu kadar ki aynı maddenin III. fıkrasına göre “Sorumluların, bu sebeplerle kendilerine karşı sorumlu olan diğer kişilere rücu hakkı saklıdır”. Demek ki zararı tazmin etmek durumunda kalan malik, mesela yükleniciye, mimara, mühendise vs. rücu edebilecektir. Yapım bozukluğu veya yapım eksikliğinin bulunduğunu TMK m. 6 ve TBK m. 49-50’ye göre zarar gören ispat etmek durumundadır. Ancak bina tamamen yıkılmışsa yapım bozukluğu veya bakım eksikliğini ispat etmek zordur. Böyle bir durumda yapım bozukluğu veya bakım eksikliğinin bulunduğu karine olarak kabul edilmesi gerektiği doktrinde tartışılmaktadır. Bir binada birden fazla bağımsız bölüm varsa bunların malikleri müteselsilen sorumlu olurlar. Mesela yıkılan apartmanda 20 daire bulunuyorsa ve her biri farklı kişilere aitse, ortaya çıkan zarardan bu 20 malikin tamamı müteselsilen sorumlu olur. Malik bir kamu kuruluşu da olabilir. Nitekim depremde kamuya ait binalar da çökmüştür. Bu durumda sorumluluk kural olarak idare hukuku kurallarına tâbidir. Davayı tam yargı davası şeklinde idare mahkemesinde açmak gerekir. Bununla beraber TBK m. 55/II’ye göre zarar, “…her türlü idari eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine ya da kişinin ölümüne bağlı…” bir zarar ise dava idare aleyhine açılsa bile Türk Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır. Bu durumda idare aleyhine açılan davalarda da TBK m. 69 uygulama alanı bulur.
ZAMANAŞIMI BAKIMINDAN:
Depremden doğan zararlarda fiilin vuku bulduğu tarih mi, zararın ortaya çıktığı tarihin mi zamanaşımının başlangıcı olacağı tartışılmalıdır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1999 depremiyle verdiği kararlarında eski Borçlar Kanununu esas aldığı için fiilin tarihi ile zararın vuku bulduğu tarih arasında uzun sürelerin olması durumunda zararın vuku bulduğu tarihi zamanaşımı başlangıcı kabul etmiştir.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU
Esas No2003 / 603
Karar No2003 / 594
Karar Tarihi22.10.2003
Zamanaşımı süresinin başlangıcına gelince:
Kural olarak, zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması için, alacaklının talepte bulunma hakkının varlığını veya bunun muacceliyet kazandığını öğrenmesi şart değildir. Örneğin, B.K.nun 207. maddesine göre, menkul satımında satıcının ayıba karşı tekeffül borcundan kaynaklanan davalarda zamanaşımı süresi, ayıp sonradan ortaya çıksa bile, malın tesliminden itibaren başlar. B.K. nun 215. maddesi de taşınmaz satımı yönünden benzer bir düzenleme getirmiştir. Dolayısıyla, bu gibi hallerde, zamanaşımı süresi, alacaklının talep hakkının varlığını öğrenmesinden önce de başlayabilir.
Buna karşılık Yasa; haksız fiil, haksız iktisap gibi durumlarda, anılan kurala önemli istisnalar getirmiş ve zamanaşımı süresinin başlamasını sübjektif bir unsura; alacaklının belirli olguları öğrenmiş bulunması koşuluna bağlamıştır (Türk ve İsviçre B. Hukukunda zamanaşımının başlangıcı yönünden geniş bir açıklama için, Bkz: Andreas Von Tuhr, B. Hukukunun Umumi Kısmı, Çeviren: C. Edege, C: 1-2, O. Matbaası, Ankara 1983, sayfa: 697).
Belirtildiği gibi, yasanın, zamanaşımı süresinin başlaması için alacaklının belli olguları öğrenmiş olması koşulunu aradığı hallerden biri, haksız fiilden kaynaklanan tazminat borcudur. Buna ilişkin bir ve on yıllık zamanaşımı sürelerini öngören B.K.nun 60. maddesinde, bir yıllık zamanaşımı süresinin, zarar görenin, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği tarihten itibaren başlayacağı açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla, haksız fiilden kaynaklanan tazminat davalarında, alacaklı zararın varlığını ve zarar vereni bilmediği sürece, zamanaşımı süresi başlamayacaktır.
Somut olay yönünden önem taşıyan yön, alacaklının zararın varlığını öğrenmesi koşuludur.
Açıktır ki, zararın varlığını öğrenme koşulu, öncelikle zararın gerçekleşmiş olmasını gerektirir: Henüz gerçekleşmemiş bir zararın, herkes gibi, o zararın tazminini isteyebilecek olan alacaklı (zarar gören) tarafından da öğrenilmesi mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, hukuka aykırı fiil işlenmesine rağmen, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış; zararın ortaya çıkması için, fiil tarihinden sonra birtakım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, doğal olarak zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması da mümkün olmayacaktır.
Her ne kadar, B.K.nun 60. maddesinde, "...Dava ... her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz." Hükmü yer almakta ve böylece, ilk bakışta fiil tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra zamanaşımının mutlak surette gerçekleşeceği gibi bir anlam çıkmakta ise de, gerçekte böyle bir sonuca varılmasına olanak yoktur. Öncelikle, anılan hükümde yer alan "zararı müstelzim" ifadesindeki müstelzim sözcüğünün "gereken, gerekli, gerektiren" şeklindeki sözlük anlamından farklı olarak "neden olan" şeklinde; "zararı müstelzim" sözlerinin de "zararı doğuran, zarara neden olan" şeklinde anlaşılması gerektiğine işaret edilmelidir. Böylece, "zararı müstelzim" ifadesi, "zararı gerektiren" şeklinde değil, "zararı doğuran" şeklinde anlaşılmalıdır. Buna bağlı olarak B.K.nun 60. maddesindeki "...Her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra..." söz dizini, "Her halde zararı doğuran haksız fiilin işlenmesinden itibaren on sene geçtikten sonra" şeklinde anlaşılmalıdır. Bu takdirde ise, söz konusu hükme özellikle "zararı doğuran" sözlerine gereken vurgu yapılarak anlam yüklendiğinde, Yasa 'nın on yıllık sürenin başlayabilmesini de, ortada, bütün unsurlarıyla gerçekleşmiş, zarar doğuran bir fiilin bulunması koşuluna bağladığı sonucuna varılır.
Söylenenler biraz daha açılırsa: Hukuka aykırı ve ancak henüz herhangi bir zarar doğurmamış bir fiilin işlenmiş olması, tek başına yasal 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlayabilmesi için yeterli değildir. Zira, yukarıda değinildiği üzere, bir fiilin haksız fiil olarak nitelendirilebilmesi için, diğer koşullar yanında, onun bir zarara neden olması da zorunludur. Kendisinden kaynaklanan bir zarar bulunmadıkça, bir fiilin hukuka aykırılığından söz edilebilirse de, henüz bir haksız fiil olarak kabulü mümkün değildir. Böyle durumlarda, zarar doğuncaya kadar, ortada sadece hukuka aykırı bir fiil bulunur; dolayısıyla, bu aşamada, haksız fiilin unsurlarından sadece hukuka aykırılık ve -koşulları varsa- kusur unsurları gerçekleşmiş olur. O fiilin, hukuka aykırı bir fıil olmaktan çıkıp, haksız fiil niteliğine dönüşebilmesi ise, ancak diğer iki unsurun; bir zararın doğması ve zarar ile fiil arasında nedensellik bağının bulunması unsurlarının birlikte gerçekleşmesiyle mümkündür. Kısaca, hukuka aykırı bir fiil, bütün bu koşulların birlikte gerçekleştiği andan itibaren haksız fiil niteliğine bürünür; o potansiyeli taşıdığı halde henüz nedensellik bağını da içeren bir zararı doğurmamış olan hukuka aykırı nitelikteki bir fiil, zararın doğacağı ana kadar haksız fiil olarak nitelendirilemez. Dolayısıyla, haksız fiil, zorunlu olarak, bir zarar doğurduğu anda bütün unsurlarıyla tamam olur ve ancak o tarihte işlenmiş sayılabilir.
Başka bir anlatımla binanın yapımı, yönetmeliğe aykırı olmasına karşın, o tarihte zarar doğmadığından davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olamayacaktır. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar. Binanın yapım tarihinde, davalının hukuka aykırı eylemi gerçekleşmiştir. Ancak ortada henüz bir zarar bulunmamaktadır. Yukarıda değinildiği gibi, her hukuka aykırı eylem, zararın oluşmasına neden olmayabilir. Binanın yapımı sırasında oluşan hukuka aykırılık eylemi, depremin oluşumu sonucunda zararı doğurmuştur.
Özetlemek gerekirse: B.K.nun 60, maddesi, gerek bir ve gerekse 10 yıllık sürelerin başlayabilmesini, bir zarara neden olmuş, dolayısıyla haksız fiil olarak varlık kazanmış bir fiilin varlığına bağlamaktadır. Dolayısıyla, neden olduğu zarar henüz gerçekleşmemiş bir fiilin salt işlenmiş olması, anılan sürelerin başlaması için yeterli değildir.
Öte yandan, zamanaşımı başlangıcına ilişkin genel hüküm niteliğindeki B.K. nun 128. maddesine göre de, zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihte başlar. Buradaki "muacceliyet" kavramının, alacaklı tarafından talep ve dava edilebilir hale gelmiş olma anlamını taşıdığında, dolayısıyla, öncelikle doğmuş bir alacağın varlığını (haksız fiil açısından bakıldığında, tazminat alacağına neden olan zararın gerçekleşmiş olmasını) gerektirdiğinde; yine "alacak" kavraınının, haksız fiile dayalı tazminat alacağını da kapsayan bir genişlik taşıdığında kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Kısaca, tazminat alacağına ilişkin zamanaşımı süresi de, diğer alacaklar gibi, onun alacaklısınca talep ve dava edilebilir hale geldiği anda başlayacaktır.
Bütün bu açıklamalar, B.K. nun 60. maddesindeki 10 yıllık sürenin, her halükarda, zararın meydana geldiği; haksız fiilin bütün unsurlarıyla gerçekleşip hukuken bu niteliğe büründüğü tarihten itibaren işlemeye başlayacağını ortaya koymaktadır. Öğretideki farklı görüşler Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında dile getirilip değerlendirilmiş, ancak, açıklanan gerekçe karşısında çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
Somut olay bu hukuksal çerçevede değerlendirildiğinde: Davacıya ait mesken her ne kadar Yapı Kullanma İzin Kağıdına göre 06.11.1975 tarihinde tamamlanıp teslim edilmiş ve o tarih itibariyle hukuken binanın davalılar ile ilişkisi kesilmiş ise de, davalıların haksız fiili, onun sonucunda oluştuğu ileri sürülen zararın meydana geldiği (zararın oluşmasına neden olan olgu olarak depremin oluştuğu) 17.8.1999 tarihinde gerçekleşmiş sayılmalıdır. Dolayısıyla, B.K. nun 60. maddesindeki bir ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin başlangıcına bu tarih esas alınmalıdır.
Görülmekte olan dava, 28.10.1999 günü, yani, zararın varlığının ve zarar verenin kim olduğunun davacı tarafından öğrenildiği deprem tarihinin üzerinden bir yıllık süre geçmeden açılmıştır. Dolayısıyla, zamanaşımı gerçekleşmemiştir.
Yargıtay 'ın bu konudaki uygulaması da, deprem nedeniyle oluşan zararların tazminine ilişkin davalarda, zararın öğrenildiği tarihin, dolayısıyla, evleviyetle o zararın ortaya çıktığı deprem tarihinin zamanaşımı sürelerine başlangıç olarak alınması gerektiği yönündedir.
Yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2017 yılında verdiği kararında zararın mevcut zamanaşımı süreleri dahilinde belirlenemeyeceği durumlarda fiilin başlangıç ya da son bulduğu tarihi değil, zararın vuku bulduğu tarihi esas alınması gerektiğini karara bağlamıştır.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU
Esas No2017 / 2786
Karar No2017 / 2016
Karar Tarihi20.12.2017
Özellikle somut olayda olduğu gibi bedensel bütünlüğün zarar gördüğü ve tedavinin uzunca bir süreye yayıldığı durumlarda, oluşan zararın miktarı tıbbi bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşmaktadır. Yukarıda anlatılan şekilde gelişen durumun bulunduğu, zararın niteliği ve kapsamının bu nedenle sonradan öğrenildiği hallerde zamanaşımının zararın kesin miktarının öğrenildiği tarihten başlayacağı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir çok kararında (21.03.2001 gün ve 2001/4-258 E., 2001/276 K.; 05.06.2002 gün ve 2002/4-470 E., 2002/477 K.; 15.05.2015 gün ve 2013/21-2035 E., 2015/1345 K. ve 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K.) belirtilmiştir.
Kaldı ki, henüz tedavinin tamamlanmadığı, zararın kapsam ve miktarı konusunda belirsizliğin devam ettiği bir aşamada, zarar göreni süre aşımı kaygısıyla dava açmaya zorlamak hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkına da zarar verecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şahsi yaralanmayla ilgili tazminat davalarında dava açma hakkının, tarafların uğradığı zararı gerçekte değerlendirebildiğinde kullanılması gerektiğine (Eşim/Türkiye, Başvuru Numarası: 59601/09, Karar Tarihi:17.09.2013) hükmetmiştir.
Anayasa Mahkemesi de, itfaiye eri olarak çalışan ve yangına müdahale sırasında yaralanan bir başvurucunun, sağlık durumunda meydana gelen değişikliklerin ve buna ilişkin sağlık raporlarının dava açma süresine etkisi hakkında bir gerekçeye yer verilmeksizin, salt zararı doğuran eylemin meydana geldiği tarih baz alınarak açılan davada süre aşımı bulunduğu şeklinde yapılan değerlendirmenin, mahkemeye erişim hakkına yönelik katı bir yorum olduğu sonucuna vararak, başvurucunun mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine (H.K. Başvurusu, Başvuru Numarası: 2013/7400, Karar Tarihi: 05.11.2015) karar vermiştir.
Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya dönüldüğünde; 1990 doğumlu olan ...'in 22.11.2003 tarihinde meydana gelen olayda elektrik akımına kapıldığı; sağ kolu, sağ eli ve sağ bacağında ağır yanıkların oluştuğu, olay günü Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Bölümünde tedavi altına alındığı, tedavisinin önce burada sonrasında ise Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisinde uzun bir süre devam ettiği, bu süreçte altı kez ameliyat edildiği, önceleri sağ elinin kesilmesi ihtimali varken yapılan tedavilerle kurtarıldığı, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisindeki tedavisinin 30.10.2009 tarihinde sona erdiği, ayrıca 26.03.2010 tarihinde nörolojik, 31.01.2011 tarihinde de ürolojik muayenesinin yapılarak gerekli raporların düzenlendiği, klinik tedavisi bittikten sonra Adli Tıp Kurumu Van Şube Müdürlüğünden alınan 12.04.2010 tarihli raporda daimi malûliyet oranın % 44.0 olarak belirlendiği, ancak taraflarca bu rapora itiraz edildiği, bunun üzerine davacı İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu'na sevk edilerek burada 14.01.2011 tarihinde muayene edildiği, 28.09.2011 tarihli raporda da olay tarihinden başlamak üzere davacının sağlık durumundaki tüm bu evreler ve gelişen durumu ayrıntılı olarak irdelenerek malûliyet oranının kesin bir şekilde % 44.0 olarak belirlendiği anlaşılmaktadır. Anılan rapor yerel mahkemeye 12.11.2012 tarihinde ulaşmış olup, davacıların da beden gücündeki kaybın oranını, diğer bir anlatımla zararın kapsamını bu tarihten sonra öğrendikleri sabittir.
Diğer taraftan Özel Daire bozma kararında, uyuşmazlık konusu manevi tazminat davasının, Adli Tıp Kurumu raporunun öğrenildiği tarihten itibaren 818 sayılı BK'nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre içerisinde açıldığından bahisle zamanaşımı itirazının reddi gerektiği belirtilmiş ise de, yargılamanın devamı sırasında 01.07. 2012 tarihinde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmiş ve zamanaşımı süresi 72/1. maddesinde iki yıl olarak düzenlenmiştir. 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un 5/1 maddesinde de yeni TBK'nın yürürlüğe girmesinden önce işlemeye başlamış bulunan hak düşürücü ve zamanaşımı sürelerinin eski kanun hükümlerine tabi olacağı düzenlenmiştir. Eldeki davada ise gelişen durumun varlığı nedeniyle bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi, bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle işlemeye başlayacağından, zamanaşımı süresinin, önceki Borçlar Kanunu döneminde işlemeye başlamadığının kabulü gerekmektedir. Dolayısıyla yeni Kanun döneminde işlemeye başlayan zamanaşımı süresinin de önceki BK'nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre değil, yeni TBK'nın 72/1. maddesindeki iki yıllık süre olduğu kabul edilmelidir.
O hâlde, davacıların yaralanmadan kaynaklanan zararın nihai sonucunu Adli Tıp Kurumu raporu ile öğrendikleri, manevi tazminat istemine ilişkin davanın da öğrenme tarihinden itibaren iki yıllık süre içerisinde açıldığı gözetilerek, zamanaşımı itirazının reddi ile davanın esasının incelenmesi gerekir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, uyuşmazlığın "zamanaşımının başlangıcı" ve "gelişen durum" kavramlarına ilişkin olduğu, hukuki güvenlik açısından davaların süresinde açılması gerektiği, zamanaşımı süresinin başlaması için zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmesi şart ise de, zarardan haberdar olma kavramının, zararın mevcudiyeti ile uğranılan zararın esaslı unsurlarının bilinmesiyle gerçekleşeceği, somut olayda tedavi süreci devam etse bile malûliyet oranının değişmediği, bu nedenle gelişen durumun bulunmadığı, manevi tazminatın takdire dayalı bir tazminat türü olduğu, olayın yaşandığı ilk andan itibaren yaralanmanın boyutu ve vahametinin davacılar tarafından bilindiği gözetildiğinde manevi tazminat isteminin bu andan itibaren mahkeme huzurunda ileri sürülmesine engel bir durumun bulunmadığı, buna karşın davanın yasal zamanaşımı süresi içerisinde açılmadığı, süresinden sonra açılan davanın da zamanaşımı itirazı ile karşılaştığı, bu durumda mahkemece verilen kararın doğru olduğu ve onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıdaki gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Howald Moore başvurusu üzerine fiilin son tarihini esas alan ve bu gerekçeyle başvurucunun tazminat istemini ret ettiği İsviçre Federal Mahkemesinin kararını, zararın ortaya çıkmasının bilimsel olarak mümkün olmaması durumunda zararın ortaya çıkış tarihini esas alınmamasının AİHS madde 6 Adil Yargılanma hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle İsviçre' yi tazminata mahkum etmiştir.
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
ECHR 069 (2014) SAYILI 11.03.2014 TARİHLİ KARARI
(HOWALD MOORE AND OTHERS V. SWİTZERLAND)
Mayıs 2004’te Hans Moor’da asbeste maruz kalmasından kaynaklanan kötü huylu pleural masothelioma tespit edilmiştir. Bu çalışmayla ilgili olan rahatsızlık, Federal Yasalara göre, meslek hastalığıdır. İsviçre Milli Kaza Sigortası Fonu (CNA), Bay Moor’a ölümüne kadar kanun gereği hak ettiği maaşını ödemiş ve sosyal yardımlarını da yapmıştır. 25 Ekim 2005’te Hans Moor işvereninden tüm maddi ve maddi olmayan zararlarının tazmin edilmesi talebiyle mahkemeye başvurmuştur. Bu davada, kendisinde olan rahatsızlıkla işyerinde ilişkisinin kurulduğunu ve işvereninin işçileri asbestin etkilerinden korumak için gerekli önlemleri almayı ihmal ederek sorumluluklarını yerine getirmediğini iddia etmiştir. Hans Moore, hastalık sebebiyle, Kasım 2005’te 58 yaşındayken vefat etmiştir. Aralık 2005’ten bu yana CNA, eşi Bayan Howald Moor’a Federal Hukuk’a göre bağlanan yaşlılık maaşına ek olarak dul aylığı da ödemektedir. Bayan Howald Moor aynı zamanda, eşinin işvereni tarafından sağlanan tazminat şemasına göre ödemeler almaktadır.
14 Kasım 2004’te Bayan Howald Moor, CNA’den maddi olmayan zararlarını talep etmiştir. CNA’nın içindeki bir kurulda görülen bu süreçte, sigorta fonunun ve eşinin işvereninin eşinin ölümünde müştereken ve müteselsilen sorumlu olduklarını ve CNA’in mesleki sağlık ve güvenliği korumakta üzerine düşen görevi yapmadığını öne sürmüştür. Ekim 2006’da Hans Moor’un iki kızı da duruşmalara katılmışlar ve ek iddialarda bulunmuşlardır. CNA, iddiaları reddetmiş ve bu noktada Hans Moore’un ölümünden sorumlu tutulamayacağını belirtmiştir. Federal Hukukun sorumlulukta zarara yol açan olayın meydana geldiği son andan itibaren on yıllık bir zamanaşımı süresi öngördüğünü ve somut olayda da bunun en son 1978 yılında olduğunu ifade etmiştir. Bu iddialara karşı, 1995 yılından itibaren, Hans Moore’un asbeste maruz kaldığına ilişkin bir kanıt bulunmadığını vurgulamıştır. Başvuranlar, bu kararı Mahkemeye götürmüşlerdir. Nisan 2009’da mahkemeler, 1995 yılından önceki olaylara ilişkin iddiaların öneminin olmadığını, bu tarihten sonra da Howald Moor’un asbeste maruz kaldığına ilişkin bir delilin olmadığına karar vermiştir.
Bayan Howald Moor bu kararı, Federal Mahkeme’ye götürmüştür. Federal Mahkemenin 29 Ocak 2010 tarihindeki yargılamasında, Mahkeme, Bayan Howald Moor’un taleplerinin, zararın oluş tarihinden itibaren on yıllık bir kesin zamanaşımı süresinin bulunması sebebiyle zamanaşımına uğradığına karar vermiştir. Mahkeme, zamanaşımı süresinin, zararın ortaya çıktığı andan itibaren başlamayacağını, olayın oluş anından itibaren başlayacağını karara bağlamıştır. Mahkeme, bu durumun, hukuki kesinlik ve “hukuki barış” için önemli olduğu da vurgulamıştır. Başvuru, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne 4 Ağustos 2010’da gelmiştir.
Mahkemenin Kararı Madde 6/1: Mahkeme, ilk olarak anlaşmazlığın karışık bir konudan kaynaklandığını, bu konunun asbest kaynaklı hastalığa yakalanmış olan kişilerce açılmış davalarda İsviçre Hukuku’ndaki on yıllık zamanaşımı süresinin başlangıç tarihinin belirlenmesi olduğunu belirtmiştir. Bu hastalığın ortaya çıkmasının on yıllar alabileceğinin bilinmesine karşın, mahkeme on yıllık zamanaşımı süresini kesin bir şekilde –bu sürenin mağdurun asbeste maruz kaldığı andan itibaren başlayacağını belirterek- uygulamıştır. Sonuç olarak, tüm zararlara ilişkin talepler, öncesinde mağdurların objektif olarak haklarını bilmelerinin mümkün olmamasına rağmen, zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle, reddedilmiştir. Mahkeme ayrıca, İsviçre’de zamanaşımlarını konu alan bir yasa tasarısının bulunduğunu ifade etmiştir. Ancak, bu tasarı, ek süre sağlayan geçiş hükmü şeklinde olmadığından, söz konusu soruna adil bir çözüm bulamamaktadır.
Her ne kadar mahkeme zamanaşımı kurallarının olaya uygulanmasını hukuki kesinliği sağlayarak hukuki bir hedefi gerçekleştirmesi sebebiyle doğru buluyorsa da, bu hükmün hastalığı tetikleyici sebeplerin gerçekleşmesinden sonra ortaya çıkabilen hastalıklardan mağdur olan kişilere de sistematik şekilde uygulanması, haklarını mahkemeler önünde aramalarını engellemektedir. Mahkeme, kişinin bir rahatsızlığının olduğunu bilmesinin mümkün olmadığının bilimsel olarak kanıtlanması durumunda, bu hususun zamanaşımı sürelerinin hesaplanmasında dikkate alınmasının doğru olacağına karar vermiştir. Somut olaydaki istisnai durumların göz önüne alınmasıyla zamanaşımı sürelerinin olaya uygulanması, başvuranların m. 6/1 çerçevesinde adil yargılanma hakkını ihlal etmiştir.
Yeni Borçlar Kanunu madde 72/1' de düzenlenen sorumluluk zamanaşımı gerekçesinde kanun koyucu, Yargıtay'ın zararın ortaya çıkış tarihi yorumunu engellemek amacıyla fiilin vuku bulduğu tarihi zamanaşımı başlangıcı olarak esas alması gerektiğini belirtse de, Yargıtay'ın, Anayasa Mahkemesi'nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin zararın bu süreler dahilinde ortaya çıkmasının mümkün olmaması halinde fiilin başlangıç ya da son tarihini değil, zararın ortaya çıkış tarihini esas aldığını adil yargılanma hakkının bir gerekliliği olarak görmüşler.
Comments